Depremden Öte
1755 yılının 1 Kasım Cumartesi günü, sabah saat dokuz sıralarında Lizbon kenti şiddetli bir depremle sarsılır.
Hasan Öğdüm
hasanogdum@gmail.com - 0532 325 07 86Deprembilimcilerin günümüzde 7.7 şiddetinde olduğunu tahmin ettiği sarsıntı üç dakikadan fazla sürer. Neden olduğu yangınlar ve tsunami ile birlikte Lizbon’u neredeyse yok edip 30 ila 50 bin arası insanın ölümüne neden olan büyük deprem, kimilerince Aydınlanma çağının “Hiroşiması” olarak nitelendirilir. Bu büyük felâket neden olduğu insani trajedi dışında Portekiz’in okyanus ötesindeki sömürgeci gelişimine sekte vurmak gibi önemli siyasal sonuçlar da doğurur.
Avrupa’nın büyük bir bölümünde hissedilen Lizbon depremi, aralarında Voltaire (VOLTER), Kant ve Rousseau gibi abidevi isimlerin de yer aldığı Aydınlanma devri filozofları arasında da önemli tartışmaları kışkırtır. Bir dini bayram günü gerçekleşen deprem dolayısıyla Tanrı’nın inayeti, doğa olaylarının ilahi ya da seküler nedenleri gibi başlıklar ele alınır. Jean-Jacques Rousseau (JAN JAK RUSSO), bu tartışma bağlamında, doğal ya da ilahi nedenlere atfedilen depremin toplumsal nedenlerini tartışmaya açar, yaşanan felâketin sosyal içeriğini vurgular. Ona göre aslında depremi bir felâket haline getiren insan toplumlarının mevcut örgütlenme şekli, nerede ve nasıl yaşanılacağına dair tercihlerin toplamıydı. İnsanları kalabalık şehirlerde alt alta üst üste yaşamak durumunda bırakan toplumsal koşullar felâketin asıl failiydi. Açgözlülük hâkim olmasa ve insanlar başka türlü yaşamayı seçmiş olsalardı bu doğa olayı bu boyutlarda bir felâkete yol açmayacaktı.[1]
Rousseau’nun söylediği aslında basittir: Deprem tek başına bir felâket değil, bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını bir “felâket” haline getiren, insan yerleşimlerinin nerede, nasıl ve hangi koşullarda inşa edildiğini, kimin nasıl bir evde kaldığını tayin eden karar ve tercihlerdi. Bu tercihler de doğal olarak hâkim siyasal, ekonomik ve sosyal çıkarlarla bağlantılıydı. Bu durum bütün “doğal felâketler” için geçerlidir: Kasırgada kimin evinin yıkıldığı ya da salgında kimin korunaksız kaldığı, kimin eve kapanıp kendisini izole edebildiği, kiminse çalışmak zorunda olduğu hep felâket öncesindeki toplumsal koşullarla, o koşulları mümkün kılmış çıkar ve tercihlerle alakalıdır.
Dolayısıyla “doğal felâket” diye bir şey aslında yoktur. Coğrafyacı Neil Smith 2006’da, Katrina Kasırgası’nın yarattığı felaketin hemen sonrasında kaleme aldığı “There's No Such Thing as a Natural Disaster” (Doğal Felâket Diye Bir Şey Yok) başlıklı makalesinde tam da bu sonuca işaret eder. Smith’e göre, “doğal” nedenlere atfedip geçtiğimiz felâketlerin çoğu, gerek nedenleri gerekse de yarattığı sonuçlar itibariyle sosyal ve siyasal fenomenlerdir. Felâket dolayısıyla kimin mağdur olduğu, felâket öncesinde hazırlıklı olunup olunmadığı, felâket karşısında nasıl bir yanıt verildiği, felâket sonrasında yeniden insanın nasıl gerçekleştirildiği basbayağı siyasal meselelerdir. Katrina gibi özellikle New Orleans şehrinin yoksul siyahlarını vuran “olağanüstü” bir felaketin müsebbibi, aslında yoksulluk, evsizlik, kırılganlaşmış kamu hizmetleri, ırk ayrımcılığı gibi sosyal felâketlerdir. Tam da bu nedenle felâketin sözde “doğallığı”, felâketin belirli siyasal tercihlerin ve iktisadi çıkarların ürünü olan toplumsal, dolayısıyla da önlenebilir nedenlerini gizlemek için bir kamuflaj işlevi görür.[2]
Hâlihazırda, yaşadığımız bu büyük felaketin siyasal ve sosyal sonuçlarından kaçınmak bizi toplum olarak yine çok daha büyük açmazların içine sürükleyecektir.
Her felâket sonrasında olduğu gibi Maraş merkezli iki büyük depremin ardından da “şimdi siyaset konuşmanın zamanı değil” diyen çok. Ne kadar iyiniyetli olursa olsun bu tepkiler ister istemez bu büyük felâketin siyasal ve sosyal neden ve sonuçlarını görünmez kılan bir perdeleme işlevi görüyor, görecek. Kimse felâketin “hepimizi” birleştirdiğini, siyasal ayrımların felâket karşısında anlamını yitirdiğini, felâketin bizi sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle haline getirdiğini iddia etmesin. İlk depremden hemen birkaç saat sonra açılan borsada çimento ve beton şirketlerinin tavan işlem görmesi, bu düzenin felâketi fırsata, depremi ranta çevirmek üzerine bina olduğunun en açık delili.
Öyleyse sormaktan çekinmeyelim: Hastanelerin ve diğer kamu binalarının nasıl olur da yıkıldığını, bilhassa 1999 sonrasında inşa edilmiş konutların nasıl olur kâğıttan yapılmışçasına devrildiğini sormanın zamanı ne zaman gelecek? Deprem vergilerinin akıbeti ne oldu diye sormayacak mıyız? Rant ve talan temelli kentleşme politikalarının, inşaat merkezli büyüme modelinin enkaz altında kalmasının hesabı sorulmayacak mı? Uygunsuz zemine dayanıksız binaları diken müteahhitlerin, imar düzenlemeleriyle onlara yol veren siyasi kadroların sorumluluğunu tartışmayacak mıyız? Bilim insanlarının uyarıları dolayısıyla gelmekte olduğu aslında pekâlâ bilinen bu deprem dolayısıyla neden bir kez daha önlem alınmadı diye hayıflanmayacak mıyız? İlk depremden saatler sonra dâhi Hatay’a kurtarma ekiplerinin ulaştırılamamış olmasını da mı “doğal” karşılamalıyız?
Şimdi elbette dayanışma zamanı, depremden etkilenen insanlarla yardımlaşma zamanı. Ancak unutmayalım: “Doğal” felâket diye bir şey yok. Felâket basbayağı ve bilhassa siyasal bir mesele. Bir olay olarak felâketi, onu koşullayan ve yaratan ekonomik ve sosyal nedenlerden, siyasal tercihlerden ayırmak mümkün değil. Dolayısıyla felâketin nedenleri kadar sonuçları da siyasal bir mücadele alanı. Bu nedenle dayanışma ve yardımlaşmayı siyasetle kuşatmaktan asla imtina etmeyelim. Etmeyelim ki, bu düzenin felâket ve yıkıma duyduğu o doymak bilmez iştahına dur diyebilelim.
[1] Söz konusu tartışma için bkz. José O. A. Marques, “The Paths of Providence: Voltaire and Rousseau on the Lısbon Earthquake”, https://www.unicamp.br/~jmarques/pesq/Paths_of_Providence.pdf
[2] Neil Smith, “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”, https://items.ssrc.org/understanding-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster/
[3] Köşe Dipnotu: Yaşadığımız depremle ilgili bir yazı yazmaya karar verdiğimde sosyal medyada karşıma çıkan bu metnin yazarını bir türlü bulamadım. Olayın genel çözümlemesinin açık ve net bir biçimde ifade edilmiş olması, bunu sizlerle paylaşmamı kaçınılmaz kıldı.
Sosyal medyada otomatik yapılan paylaşımların dışında bir de imza (kaynak) belirtilmeden yapılan paylaşımlara henüz ilk paylaşım aşamasından itibaren dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte ricada fayda görüyorum, yazının kaynağını (imza sahibi) bilen okurlarımın bunu benimle paylaşmaları yönündedir.