deneme bonusu veren siteler deneme bonusu acotr.org https://playdotjs.com/ deneme bonusu deneme bonusu veren siteler

08 Temmuz 2024 - Pazartesi

“SİNE-MASAL” YALANLAR

Yaşadığımız hayatın güzelliklerinden keyif almanın çok dışında, kaygının yüksek seyrettiği günler içerisinden geçiyoruz.

Yazar - Hasan Öğdüm
Okuma Süresi: 8 dk.
134 okunma
Hasan Öğdüm

Hasan Öğdüm

hasanogdum@gmail.com - 0532 325 07 86
Google News

Bir yanımızda savaşlar süregiderken, bunun yayılma kaygısıyla olan bitene razı hazin bir insanlık duruşu sergileniyor. İçeride ise ekonomik göstergelerin çok ötesinde yaşanan fiyat artışlarıyla oluşan bir geçim kaygısı insanları bir bunalımın eşiğine sürüklüyor.

İşte tam da bu nedenlerle tüm bu gündemden uzaklaşmak, bir nebze kafayı dağıtmak yerinde olacaktır düşüncesiyle önceki köşe yazımda ele aldığım “Tarihten Büyük Yalanlar” serisine bu kez sinemadan devam edelim:

Sinema hakkında ne söylerseniz söyleyin, ama insanları dünya tarihi konusunda bilgilendirmek için en çok şeyi yapan yine onlardır. Ama yine sinema insanı dünya tarihi konusunda yanlış bilgilendirmek için en çok şeyi yapmıştır.

Bunu söylemek acı ama tarihin çoğu Halivud’un (Hollywood)gösterdiği kadar ilginç, romantik ya da basit değildir. Ayrıca, tarihin erkek ve kadın kahramanları genelde onları oynayan yıldızlar kadar çekici değillerdir.

İşe en temelinden başlarsak, Hollywood’un en çok yanıldığı şeylerden biri saç biçimleridir. Kleopatra’nın saç biçimini ele alın. Filmleri görmüş olan herkes onun perçemi olduğunu bilir, çünkü onun hakkındaki en büyük iki filmde Kleopatra’yı oynayan artistlerin perçemleri vardır. Cecil B. De Mille’in 1934 klasiğinde Claudette Colbert ve 1963’te Elizabeth Taylor. Ama Kleopatra’nın perçemi yoktu. Tıraş edilmiş başında kıvırcık saçlı bir peruk takardı. Claudette Colbert’in perçemi olmasının nedeni buna düşkün olmasıydı. Elizabeth Taylor’ un nedeni ise 1960’ların başında perçemin moda olmasıydı.

Firavunların saçları ise hemen hemen doğru olarak yansıtılmıştır. Ancak filmlerde yüzleri sakallı olarak görülmezler, oysa hemen hemen hepsi çeneden aşağı keçi sakalı gibi sarkan takma sakallar takarlardı.

Eski zaman kölelerinin saç biçimlerinin nasıl olduğu bilinmiyor. Ama onların da Stanley Kubrick’in Spartaküs’ünde Kirk Douglas gibi tepeleri tıraşlı olarak dolaştıklarını hiç sanmıyorum.

Tarihçiler bakire Kraliçe Elizabeth’in nasıl olduğunu çok iyi bilirler: Elizabeth’in başıkabaktı, küçüklüğünde geçirdiği bir hastalığın sonunda kaşları ve kirpikleri bile yoktu. Ancak sadece bir artistin kabak kraliçeyi oynamasına izin verilmiştir, o da Bette Davis’ti.

Fransız kraliçesi Marie Antoinette, on sekizinci yüzyıldaki bütün saray kadınları gibi beyaz peruka ile gösterilir. Ama bu insanlar beyaz değil, gri perukalar takarlardı. Beyaz perdede beyaz peruka daha iyi göründüğü için Hollywood artistlerine bunları giydirmiştir.

Filmciler tarihi filmlerde oyuncuların giydikleri elbiselerin de gerçeğe uygun olup olmamasında pek titiz davranırlar. Bir keresinde bir yapımcı artistlerin (seyircilerin görmedikleri) iç etekliklerinin orijinallerinin tam kopyası olması için gayret göstermişti. Bazı eleştirmenler bunun sadece bir reklam aracı olduğunu söylemişlerse de ben onların yanıldıklarına inanıyorum.

Ancak ne var ki, filmlerdeki giysiler çoğunlukla filmin yapıldığı zamanki modayı yansıtırlar. Örneğin Norma Shearer, Marie Antoinette’te omuzlarını çıplak bırakan elbiseler giymişti; çünkü filmin gösterime sunulduğu 1938’de moda böyleydi.

Shakespeare’in (Şekspir) gününe kadar tiyatrocular aktörlerini oynadıkları tarihi kişiler gibi giydirmezlerdi. Buna ne gerek var, diye düşünürlerdi.

Sahneye Kleopatra hakkında bir oyun koyuyorsunuz diyelim. Ona bir Mısır giysisi mi giydirecektiniz? Neden?

Shakespeare zamanında oyun koyucular daha gerçeğe uygun kostümler yapmaya başladılar. Ancak, tarihçi Quentin Bell’in dediğine göre Kleopatra ve Macbeth (Makbet) gibi karakterler hâlâ “sanki salonda bir locaya gidiyorlarmış” gibi giyinirlerdi.

Film yapımcıları sadece günün modasını değil, seyircilerin sekse olan ilgilerini de hesaba katarlar. Örneğin, Josef von Sternberg’in Claudius hakkındaki filminde olduğu gibi. Sternberg gerçeğe sadık kalmak isteseydi tapınak bakirelerini kapalı giydirecekti ve gerçekte olduğu gibi, bunlar sadece altı tane olacaktı. Ama Sternberg, bakirelerine “tüller altında bikinilere benzeyen” kostümler giydirdi ve sayılarını altmışa çıkardı. Kostüm tasarımcısına “Altmış tane istiyorum ve çıplak olmalarını istiyorum” demişti.

Ya da 1950’lerin eski Yunan hakkındaki filmlerine bakalım. O filmlerdeki Yunanlıların öyle iri adaleli olmalarının bir tek nedeni vardı. Hollywood, iri adaleli eski Yunanlıların seyircisinin çok olduğunu keşfetmişti. Herkül zamanındaki gerçek Yunanlıların iri adaleleri yoktu. Sadece iyi oranlı vücutları vardı. İri adaleler İskender zamanında başlamıştı. Böylece Hollywood bizi yanıltmış oldu.

Ya da kadınları kum saati gibi gösteren o tarihi filmleri düşünün. Kadınlar öyle miydiler sanıyorsunuz? Kusura bakmayın ama hiç de öyle değillerdi. Tarih çağlarının çoğunda kadınlar iri göğüslü ve dar belli değillerdi. Çoğunlukla şişmandılar.

Film yapımcılarının sıkıntı çektikleri bir alan da coğrafyadır. Tarihi filmler sürekli olarak aslında yer almadıkları bölgelerde çekilirler. 1963 yılı yapımı Kleopatra’nın Mısır sahneleri İngiltere ve Roma’da çekilmiştir. Aslında Roma’da çekilmesi düşünülmemişti. Ama Londra’da havalar soğuyunca buna mecbur kaldılar Sıcak Mısır güneşi altındaki oyuncuların ağızlarından soğuk buharları çıkması hiç de hoş olmayacaktı.

Cecil B. De Mille’in Musa’nın Kızıl Deniz’i açtığı ünlü sahnesinde yaptığı yanlışlık, olayın Kızıl Deniz’de (Red Sea) yer aldığı inancını pekiştirmiştir. Oysa böyle olmamıştı. Modern araştırmacılara göre olay, Kuzey Mısır’da bir bataklık bölgesi olan Kamışlar Denizi’nde (Sea of Reeds) yer almıştır. Bu yanlışa neden de bir çeviri hatasıdır.

Bir filmin çekilmesi gereken yerde çekilememesinin bir nedeni de, özgün yerin yeteri kadar gerçek görünmemesidir. Böylece, Hz. İsa hakkında yapılan en büyük filmlerden biri olan The Greatest Story Ever Told (1965) Ortadoğu’da değil de Utah’ta (A.B.D.) çekilmiştir. Yönetmen George Stevens Utah’ın gerçek mekândan daha gerçek göründüğünü söylemiştir.

Hz. İsa’dan söz etmişken onun filmlerinde gösterildiği gibi ölmediğini belirtmekte de yarar var. Hz. İsa çarmıha gerileceği tepeye sırtında haç olduğu halde çıkmış değildir. Hz. İsa sadece yatay kalası taşımıştır. Dikey direk daha önceden yere çakılmıştı.”

Görüldüğü üzere bu hatalar dizgesinde eleştirel bakış, basit olaylara somut değerlendirmeler getirerek ele almış Hollywood’taki hatalar zincirini. Oysa hareketli görüntü mantığında sinemanın nasıl bir güç olarak kullanıldığını, toplumsal algıların nasıl değiştirildiğini, dezenformasyonla insanların ve toplumların nasıl yanıltıldığını, var olan politikalar doğrultusunda neyi nasıl göstermek istiyorlarsa o şekilde gösterdiklerini biliyoruz.

İşte bu nedenlerle tarihi doğru kaynaklardan okuyup öğrenmek, sinemayı sinema gibi izlemek gerekiyor. Yapımcıların, senaristlerin ve yönetmenlerin de özellikle tarihi filmlerde insanları yanıltıcı girişimlerden uzak durmaları gerekiyor.

Peki ya bizim sinemamız? Özellikle son yıllarda yapılmış ve yüksek bütçelerle desteklenmiş tarihsel film ve uzun soluklu diziler? Ne kadarı doğru ne kadarı yanlış? Toplumumuzdaki okuma özrünün yüksekliğini de içine kattığımızda, görsel izlenceyle sunulan bu filmler bize tarihimizden neleri yanlış, neleri doğru öğretti? Bu da başka bir yazının konusu olsun…

Kaynak: Legends, Lies & Cherished Mths of World History, Richard Shenkman

#
Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Tüm Yazıları